26 Nisan 2010 Pazartesi

Sanal alemlerde mesaj kaygısı

Öncelikle ilk girdim biraz aceleye geldiğinden konuyla tamamen alakasız bir giriş paragrafı yazmak istiyorum yüksek müsadenizle:
Söylemeye gerek bile yok ama; bu kişisel bir sayfa! Yani tamamen benim zırvalarımla dolu (olacak). Ve sanırım genelde benimle ilgili olacak; bu gözlemlediğim şeyler ve dünya hakkında hiç bir şey yazmayacağım anlamına gelmiyor ama yine de. Eğlendirme amacı yok, güldürme amacı yok; mesaj verme ve düşünmeye sevk etme amacı ise bazen olabilir. Yazılanların hoşunuza gitmesini beklemeyin, edebî ya da felsefik olmasını beklemeyin, okurken zevk almayı hiç beklemeyin. Ama bunların tam tersi olursa benim açımdan (ve belki de sizin) ne âlâ...

Neyse, asıl meselemize gelelim... Başlık gayet açık zaten. Değişik yerlerde, değişik çeşitlerde insanların mesaj kaygıları nasıl oluyor, şu kendi nâçizâne penceremden gözlemle(yebil)diğim kadarıyla aktarmaya çalışacağım. Bu yazının asıl olayı "mesaj kaygısı" meselesini konuşuyor görünerek bir mesaj vermek mi, okuduktan sonra kendiniz karar verirsiniz ona...

En çok rastlanan tür illaki ilişkilerde (hayır güzelim, 'illaki'deki 'ki' ayrı yazılmaz!), rahatlıkla tahmin edebileceğimiz gibi. Biten, başlayan, devam eden... Benim asıl değinmek istediğim de bu zaten (niye ki!?). Başlayan ve devam edenler için söylenecek çok şey yok, kısa ve öz olur onlar. Tebrikler, canımlar, cicimler falan. Ama mesele bitenlerde; öyle akla gelmedik yollar var ki o durum için... En basitlerini biliyorsunuz, Facebook ve Twitter gibi sanal sosyal ortamlardan ileti yardırmak, vidyo klipler, notlar paylaşmak. Sonra, anlık ileti programlarının sağolsun hayatımıza çok büyük katkılar sağlayan "anlık hızlı ileti paylaşma" kısımları. Ha olmadı mı? Yine anlık ileti programlarının (niye resmîyim ki bu kadar, en çok kullanılan: windows live messenger -msn- işte!) dinlediğimiz müziği gösteren özelliği! Tabii... Çok önemli bu gerçekten(!). Duruma uygun, sadece ismi bile gayet yeterli bir mesaj olan bir şarkı bulunur, müzik çalar tekrar çalma moduna alınır ve çaldıkça çalar o parça... Haa tabi bunun anlaşılması kolay gelebilir, çocuk muyuz sonuçta değil mi (hiç çocukça değil cidden!) ? O zaman ne yapılır, birden fazla şarkı bulunur, nasılsa şarkı bol. Çalma listesinde sıraya konulur ve çalmaya devam eder, eder, eder... Dediğim gibi şarkı sözlerine, yani detaya inmeden vurucu isimli şarkılar seçmek makbûldür ki mesaj en hızlı ve etkili bir biçimde karşıya ulaşsın.

Şimdi sen herkesin en yoğun olarak internette takıldığı saatlerde o paylaşım sitelerinde çok mânidar bir göndermeyi ileti olarak geçtin ya, bir müzik klibi (ayrılık parçası olması lazım, içli olması lazım, daha önce bir anısı olması lazım, duygusallıktan gebermesi lazım ya da bunlardan en az biri olması lazım işte...) paylaştın ya, karşı taraf onu sen paylaşır paylaşmaz gördü ve çok etkilendi. Hemen görmese de nasıl olsa görecek. Hemen gördüyse anlık ileti programında çevirim içi olan arkadaşlarına yetiştirecek acele acele. Heyecanlanacak, onlardan fikir isteyecek falan... He yavrum. Ayrıca bu da yetmedi, anlık ileti programında dinlediğin şarkıyı gösteren özelliği açtın ve seçtiğin nadide parçalardan oluşan listeni baştan sona karşıdaki insanın görmesini sağladın. Biliyor musun o da baştan sona tüm çalan şarkıları gördü, hepsinin isimlerine teker teker dikkat etti ve içinde âdetâ bir şeyler "cız" etti... "Bu bizim şarkımızdı" veya "tabii biliyor benim bu şarkıyı çok sevdiğimi" diyecek. Alt üst olacak. He yavrucuğum, he canım benim, he güzel evlâdım, he... Ve belki de en kötüsü, gittin başka başka sitelerde tekeer tekeer profiller yarattın, karşı tarafın olduğunu bildiğin/düşündüğün (ya da düşünmediğin, ne farkeder ki aslında). Oradan da boş durmadın, sürekli çalıştın... Olmadı -ki olmaz yani her zaman- gittin bir blog açtın! En temizi cidden. Sonra yardır musa... Yardır mesaj kaygısı dolu girdileri, laf arasında dokundurmaları, onu îmâ etmeleri. Yardırabildiğin kadar. Üstü kapalı olduğu kadar alenen de olabilir bu işlem, sana bağlı. Hah, yeterli ölçüde yardırdığını düşünüyor musun? Tamam. Karşı taraf bir bir bütün profillerini inceliyor hatta bazılarında arkadaşın olarak ekli olmadığı için göremiyor paylaşımlarını. Kudursun dursun orada. İşte kazanmak budur! Sonra girebildiklerine girip özene bezene yazdığın bütün yazıları kelimesi kelimesine okuyor. O en derin duygularını yansıtan büyülü satırlar, paragraflar karşı tarafın ruhundaki kabuk bağlamış yaraları kanatıyor. Çaktırmıyor ama içten içe ağlıyor sanki basbayağı!? Bakayım... Hakkaten öyle! İçi içini yiyor yorum yapabilmek için ama yapamıyor işte... "Yapacak bir şey yok, her şey geride kaldı" diyorsun sen de içinden, mağrur bir buruklukla. Hahaha işte yine WIN!...
Yeterli derecede rüyaya daldıysan yardımcı olayım: hee yavrum hee!

Hani ben de güya "ben gözlemledim ve aktardım sadece, ben yapmıyorum"a getiriyorum ya, çokbilmişlik yapıyorum... Bunun için de kocaman bir: HE YAVRUM HEE HEEE!
Gerçi kendime karşı biraz haksızlık yapıyor olabilir miyim acaba; çünkü yapıyordum, evet, ama artık yapmıyorum... Cidden. Başlarda zorlanıyordum yapmamak için ama sonradan zaman nasır eyledi bazı şeyleri, kabuk bağlattı. Şimdi tek sorun, bu koskoca yazı neyin nesi? Vallahi ben de bilmiyorum...

Eh be... Biraz medeniyet?

İlk yazının gerçekten bu tarz bir konuda olmasını istemezdim, ama şartlar beni blog olayına (yuppi!!! benim de blogum var artııkkk!!!.com) bu konuyla başlamaya itti...

Okul nedeniyle sürekli seyahat etme durumunda olan bir insan için artık bazı yolculuk klişeleri ve olumsuzlukları tolere edilebilir hale gelmiştir, illaki... Zalım muavinler, her seferinde "dışarıda dere var ondan geliyor" diye kendimizi kandırdığımız, kandırmaya çalıştığımız ama aslında alenen otobüs içindeki kendini bilmez bir densizin istemli ya da istemsiz neden olduğu osuruk kokusu içinde yarı uyku halinde olmak -en kral meditasyon bu değil de nedir!?-, bebek ağlamaları zırlamaları, önündeki veya arkandaki koltuklardan gelen rahatsız edici ses, yanından gelen rahatsız edici koku, sırt ve boyun ağrıları vesaire. Ben de bütün bunları yıllar içerisinde gördüm, yaşadım ve alıştım. Öyle olduğunu sanıyordum ya da. Artık kaşarlandım, afedersiniz koridora sıçsalar koku almam, arkada türkü çığırsalar duymam modlarında takılıyordum, düne kadar. Ama hala rahatsız olabiliyormuşum lan!

En son yanımdaki insandan rahatsız olduğum yolculuğu, staj için Kütahya'ya gittiğim seferde yaşamıştım. Yanıma yaklaşık 140 cm boyunda ayağında garip metaller falan olan yarı engelli, bastonlu bir amca oturmuştu. Daha doğrusu yanıma değil, üstüme oturmuştu. Ayağını koridordan dışarıya çıkarmak suretiyle sığabiliyordu ancak koltuğa, çünkü engelinden dolayı bacağı ancak bir yere kadar kıvrılabiliyordu. Koridora uzanmış kısa ama çok etkili bacak muavine de engel oluyordu. Moladan önce cam kenarında olan ben, moladan sonra kendimi koridor tarafında bulmuştum. Daha sonra cam kenarında geçirdiğim o saatleri mumla arayacağımı bilsem belki de bunu ilk farkettiğim anda düzeltmeye çalışır, "neyse uyumuş zaten" diyip geçmezdim... Ama nereden bileceksin... Yolculuğun geri kalanını iki büklüm ve sağ kolumun üzerinde bir baston, sağ bacağımın üzerinde ise bir bacakla geçirdim. Geç saatte çok sarımsaklı yemek yiyip dişlerini fırçalamadan, ağzını bile çalkalamadan yatmış bir insanın sabah kalktığında yüzünüze "hohladığını" bir düşünün. İşte yanımdan efil efil gelen böyle bir koku da işin cabasıydı. Kıssadan hisse, rahatsız olmam hayli doğal olan bir yolculuktu bu, hüzün dolu...

Şimdi bunu hatırlayınca "bunu bile yaşadım, dün ne oldu da yine bu kadar rahatsız hissettim kendimi?" diye sormadım değil kendime, sordum elbet. Düşünüyorum, yanımda bu kadar üst düzey bir "körs" olmadığını hatırlıyorum. Ama yüksek ihtimalle gözümün üstüne yediğim dirsek darbesi böyle düşünmeme neden oluyor. Evet lan, bildiğin dirsek yedim! Yanımdaki amca o kadar rahattı ki, yayıla yayıla oturmasına, çapraz pozisyonda uyuyarak ayaklarını benim önüme uzatmasına "ya sabıırrr" çekerek bir yere kadar tahammül edebilmeme rağmen yılmadı. Otobüsün eski model (O-403, eski oldu bunlar şimdi, önceden krallardı...) olmasından kaynaklı tam uyuyamama halimde beni gafil avlayarak (kendisi için aynı şey geçerli olmadı, olamadı... yolculuk başından sonuna kadar) gözüme dirseği geçiriverdi. Daha doğrusu ben onun dirseğine göz attım sanırım. Ama arkadaş, sen de, yağlı yağlı pirzolaları götürdükten sonra kestirme yapıyor olduğun bir piknikteymişsincesine, şöyle hafiiiff bir meltem esiyormuş da yemyeşil bir çayırın ortasında yatıyormuşsuncasına elleri başının arkasına atarak uyursan göt kadar yerde...ne kadar olur? Artık çukura mı girdi araba ne oldu bilmiyorum ama uyanmamla gözüme yumruk yemişe dönmem bir oldu, neye uğradığımı şaşırdım! Esnasında bir özür, en azından uyku sersemi masum bir bakış bekleyerek adama döndüm şaşkınlıkla, ama gördüğüm şey sadece sanki ben ondan değil de o benden rahatsız olmuş gibi kıçını bana çıkarta çıkarta dönerek tekrar uykuya dalması oldu!... Sözcüklerin kifayetsiz kaldığı anlar vardır ya...

"Biraz medeniyet!" dedim ya, başka bir sebebi daha var. Bu bahsi geçen yolculuğun biletini ayırtmak amaçlı firmanın (reklam yapmaya gerek yok şimdi, herhangi biri işte..) AŞTİ (Ankara Şehirlerarası Terminal İşletmesi) masasını aradım. Karşıma çıkan herif tam olarak AŞTİ'nin o insanı seyahat etmekten tiksindiren varoş havasına kendini kaptırmış bir çalışandı. Baştan savma bir şekilde işlemimi yaptıktan sonra "teşekkürler, iyi çalışmalar" diyemeden -ki gerçekten öyle bir dilekte bulunasım vardı her şeye rağmen- yüzüme telefonu kapattı. Telefon kapandıktan sonra sinirden ellerim titrerken, tekrar arayıp adamla kavga edip etmemeyi düşünürken telefonu sıktığımı farkettim (ki bunun telefonun yüzüme kapanmasıyla ilgili bir kompleksim olmasıyla alakası kesinlikle yoktur!... yani belki yoktur... tamam lan var biraz işte!). Ama yine de olgun bir davranış sergilemek adına -biraz da muhattap olmamak adına aslında- aramayıp internetten bir şikayet maili atmaya karar verdim. Şirketin sitesindeki iletişim bölümünde bir form doldurularak da şikayetler iletilebiliyordu. Yazdım, yazdım, yazdım ama gönderme tuşuna bastığımda e-posta adresimi girmem gerektiğini söyleyen bir uyarıyla karşılaştım. Karşılaştım karşılaşmasına da, adresi gireceğim text kutusu aktif değildi! "Hey allahım..." çekerek aynı sayfadan iletişim adresini alıp manuel olarak mail göndereyim dedim. Durumu düşününce ne kadar mantıklı geliyor değil mi? Bana da öyle geldi. Yalnız bu denemem de maili gönderdikten hemen sonra "Undelivered Mail Returned to Sender" başlıklı bir mail almamla neticelendi. Sebebi ise "Sorry, the user's maildir has overdrawn his diskspace quota, please try again later.", yani posta kutuları dolmuş... Zaten Türkiye'de -büyük şirketler dışında- bir alan adı alınıyorsa, alan adı uzantılı mail adreslerinin başına bunun gelmesi artık neredeyse doğal gelmeye başladı bana. Küfür bile edemedim, "thıı" şeklinde hayal kırıklığına uğramış olduğu çok belli, kinayeli bir gülme(!) efekti çıktı sadece dudaklarımın arasından (insana heyecan veren o duyarlı vatandaş olma içgüdüsünün acıklı bir şekilde yalan olması akabinde hissedilen kötü duygu).

Yaaa... işte böyle (tamam dürüst olacağım, o "yaa"dan sonra 'sevgili okur' yazasım gelmedi değil, ama aynı hızla kendi ağzıma vurasım da geldi!!! Cidden! N'oluyo lan!? Dakika bir gol bir... Bu kadar mı moda sokuyormuş bu iş insanı? Hayret cidden...). Demek ki ne oldum dememeli, ne olacağım demeli. Bu yazının sonuna koyulacak söz bu mudur? Bilmiyorum. Ayrıca neden kendimi bir sonuç yazma zorunluluğunda hissediyorum onu da gerçekten bilmiyorum.

Görüşmek umudu ve arzusu ile...