23 Ekim 2012 Salı

Gitar -ist -lik

Gitarist değilim, hiç bir zaman olmadım. Bu saatten sonra da ol(a)mam yüksek ihtimalle. Gitar notasyonundan, tekniğinden, akor düzeninden, modellerinden falan hiç anlamam. Kendi gitarımın modelini bile hala tam olarak bilmiyorum. Siz adına çalmak derseniz -ki aslen umrumda değil- kendi çapımda çalıyorum evet, ama hepsi bu.
Ohh be.

14 Ağustos 2012 Salı

Lucid Dreaming

Lucid dream olayı aslen rüyada olduğunun bilincinde olmak ve rüyanı kontrol edebilmek anlamına geliyor. Her zaman %100 kontrol sende olmuyor tabi, sadece bazı hareketlerini, yapmak istediklerini yapabiliyorsun fakat yine de genel olarak bilinçaltının sana sunduğu şeylere mahkumsun biraz (ortam, insanlar vs...). Kendini geliştiren kişiler ilerleyen aşamalarda sanırım bir çok şeyi kendileri yapabiliyormuş ama ben daha öyle bir deneyim yaşamadım...

Genel olarak olayın güzel yani şu, gerçeklik tanımı değişik, yani sanal ortamdasın, rüya ortamında. O yüzden gerçek hayatta yapamadığın bir çok şeyi yapabiliyorsun (uçmak, inanılmaz yüksekliklere zıplamak, yüksek bir yerden atlamak vs)  bu yüzden böyle bir duruma geçtiğinde gayet keyifli oluyor. Ben şahsen genelde şans eseri denk geliyorum ama bazı insanlar bilinçli olarak lucid dream a yatabilme yeteneğini çoktan geliştirmişler. Bir çok yerde ve kaynakta yılda bir kez ya da işte ne bileyim nadir oluyor diye geçer ama bence bu yalan. İstediği zaman yapabilen çoğu insan da zaten deneyimlerini paylaşırken bunu yalanlıyor...

Neyse efendim ne diyorduk, güzel yanları diyorduk... Daha güzel ne olabilir ki, istediğini yapıyorsun, duvara kafa atıyorsun bir şey olmuyor, yumrukluyorsun işte su altında nefesini tutabilmek uçmak vs normal hayatta insanın hayalini kurduğu çoğu şeyi rüya aleminde isteğine bağlı olarak yapıyorsun ve keyif alıyorsun. Bence işin en güzel yanı hissiyat meselesi. Hissettiklerin gayet gerçekçi. Yani normal hayatta yapınca hissettiğin şeyi orada da aynen hissedebiliyorsun (ki şahsen ve bizzat denedim). Ha nasıl oldu? Şöyle ki gerçek hayatta yapılabilen normal bir şey yaptım, atıyorum aklıma bişey gelmedi ama diyelim ki yüzüne su çarpmak... Lucid dream da yaptığın zaman da hissettiğin şey birebir aynı. Sonuçta (bilimsel bir yanı yok bu söylediğim şeyin, tamamen kendi yaşanmışlığım ve kendi düşüncem ya da tahminim diyim) beyinin algı yapısı elektrik sinyallerine bağlı, bu da lucid dream içindeyken beyne elektrik sinyalleri gitmeyecek anlamına gelmiyor. Diyeceğim o ki uyanık olmasan bile bir şeyler hissedebiliyorsun, her şey beyinde bitiyor...

En zevklisi sanırım uçmak; böyle bir lucid dream haline geldiğimde hemen uçmayı deniyorum. Yeni uçmayı öğrenen bir kuş misali bazen istediğin gibi yapamıyorsun, oraya buraya çarpıyorsun falan ama uçuyorsun işte! Çok güzel bir duygu. :)

Neyse olayın biraz başına döneyim, nasıl başladı, nasıl gelişti vs. İlk başlarda olayın farkında değilsin. Yani bir lucid dream durumunda olduğunun farkında değilsin. Sadece küçükken karabasan diye bildiğimiz ve bilimsel açıklaması (daha doğrusu adı) "uyku felci" olan durumu yaşadığını zannediyorsun. Ben ilk başlarda lucid dream durumuna geçtiğimde hemen uyanmaya çalışırdım ki bu hayli zor bir deneyim aslında. Çünkü olayın farkında değilsin ve karabasan geldi işte ne bileyim kötü rüya gördüm cin geldi peri geldi vs diye korkuyorsun... "korku" olayın tözü ilk başlarda. Bazı şeyleri anlamana engel oluyor. Bir ara çok sık olurdu bana ve çok korkardım, "lan lanetlendim mi her gün hergün karabasan dadanıyor" diye hayıflanırdım. Bazen uyumak bile gelmezdi içimden korkudan "bugün de olacak" diye, tırsardım. Ama sonradan sonraya biraz da yaş büyüyünce anlıyorsun ki aslında muhteşem bir şey ve herkesin kolay deneyimleyemediği bir şey. Bana kalırsa kişiden kişiye çok da değişen bir şey değildir, yani bence herkes bir lucid dreamer olabilir ama dediğim gibi farkındalık ve korku başrolleri oynuyor bu aşamada.

Neyse başladığım şeyi yarım bırakmış olmayayım, ilk başlarda lucid dream haline geldiğimde korkar ve uyanmaya çalışırdım. Bu da kolay olmazdı. Resmen çırpınırdım. Bunun hissiyatı gerçekten gariptir. Aynı şöyle bir şey: etrafında sanki görünmez şeffaf bir zar var sen bu zarı yırtıp dışarı çıkmaya çalışıyormuşsun gibi. Bu hissiyat çok net, o yüzden gayet örneklendirerek anlatabiliyorum. Önceden hemen uyanmak isteyip, bu zar benzeri şeyi yırtıp dışarı çıkmak isterdim ki yapamazdım. Yapamayınca daha da korkardım bu sefer iman gücü diye tabir ettiğimiz, (ya da allahına kurban) ağlamaklı, artık son noktaya gelmişsin gibi seni gaza getiren bir güçle saldırıp bir kaç denemeden sonra uyanırdım. Uyanınca da bir süre kımıldayamazdım korkudan, karabasan yok cin yok peri yok ecünnü bilmem ne hala buradadır belki diye. :) Sonradan sonraya yaş da ilerleyince tam tersi çıkmak değil bu olayı yaşamak için çırpınıyorsun bu sefer. Çünkü daha azalmaya başlıyor sayısı. En azından bende öyle oldu. Yaşım ilerledikçe lucid dream katsayısı düştü. Tamamen kesilmedi ama daha az olmaya başladı diyebilirim. Bir kere tadını alınca insan keşke her gün olsa diyor. İnternette okuduğum bazı lucid dreamer ların paylaştıklarında şöyle bir şey görmüştüm; "bir kere lucid dream ın farkındalığına vardığınızda artık normal rüya diye bir şey kalmaz." Belki de doğrudur bilmiyorum, bu ayrımı hiç yapamadım, dikkat etmedim daha doğrusu. Ama genel kanı şu yönde: çok keyifli bir şey olduğu.

Ne deneyimler yaşadım... Kavga, uçmak, atlamak, zıplamak, öpüşmek hatta seks. Daha önce de söylediğim gibi hissiyat meselesi çok muntazam, o yüzden böyle bir şey yaşamak gerçeklikte yaşamakla birebir aynı hissiyatları uyandırabilir. Bu yüzden sapıklık gibi gözükse de erkek olan bir lucid dreamer ın en az bir kaç kere seks denediğine adım gibi eminim. :)

Böyle işte... Garip, ama bir o kadar da güzel bir şey lucid dream. Yazsam daha sayfalarca yazarım, o yüzden en iyisi burada bitireyim şimdilik.

3 Kasım 2011 Perşembe

Idioglossia


Pain of Salvation, çok da takipçisi olmadığım bir tarzda müzik yapan, takipçisi olmadığım, kendini kanıtlamış büyük bir grup. 2000 tarihli The Perfect Element albümlerindeki nakaratı Ashes'tan -ki o da mükemmel bir parçadır- alıntı olan Idioglossia adlı şarkılarının sözlerinde şöyle diyeceklerdi:

...
memories...

i have swallowed all these tears
thought they'd be gone
after all these years
now this heart is waking up
with a new hunger
for my own blood

as i search through the ashes
for someone to blame
i'm afraid to see my face
as i walk through the ashes
i whisper your name
meeting you have forced me
to meet myself
...


Şimdi günlüğüme bakıyorum da, 14 Temmuz 2010 tarihli girdimde ´ "Şarkılarda kendini bulma" olayını aştığım andır! ´ yazmışım. Kabul ediyorum, abartmışım biraz. Beterin beteri varmış. Konuyu değiştirmek gibi olmasın (amaç bu değilmiş gibi!), grupların en güzel albümleri sanırım 1990-2005 arasında çıkmış; o tarihler arasındaki kalite, içlilik şimdi çok azaldı... Son olarak "daha geçtiğimiz günlerde Ankara'ya gelmesi planlanan grubun konserinin (gitmeyi planlamadığım, dolayısıyla bilet almadığım konser) iptal olmuş olmasına sevineyim mi üzüleyim mi bilemedim şimdi" diyerek bitireyim bu girdiyi.

10 Temmuz 2011 Pazar

Lonlinıs

Çok yalnız hissediyorum şu sıralar... Ama yine de en iyisi siz burada bununla ilgili uzun ve içli bir yazı olduğunu farz edin, ben de bu konuyla ilgili bir şey yazmamış gibi yapayım.

6 Temmuz 2011 Çarşamba

Başlık sıkıntı olur şimdi...

...zaten kısacık bir şey yazacağım. Ne zaman ki "ketum" kimliğimi terketmeye yönelik hareketler yapmaya başladım, işte o zaman Myspace ve Yahoo!'nun girişlerine "Facebook ile giriş yap" koyması gibi fail oldum. Güzel bir örnek mi oldu, hayır, ama ne yapayım en güzel böyle anlatabilirdim ben.

29 Mart 2011 Salı

Adam ol adam!

Direk giriyorum konuya. Eğer sizin "adam" anlayışınız buysa, olmuyorum, olmayacağım da! "Tımbırlent" ayakkabı (veya özdeşleri), gömlek, kumaş pantolon giyip eline dizüstü bilgisayar çantası (veya benzerleri -bilmem ne mühendisleri odası çantası gibi mesela-) alıp gezince adam olunmayacağı gibi; kot pantolon, "kolezyon" gibi mağazalardan alınma tişört giyip sırtına "üniversite öğrencisi çantası" takınca da adam olunmuyor. Saçı sakalı kes, kaç yaşına geldin artık gibi geyiklere hiç girmiyorum zaten. Siz adam değilsiniz; siz, toplumun sizi görmek istediği gibi olup -en azından görünüş bazında- adam olduğunu sananlarsınız. Ve kendinizi o kadar inandırmışsınız ki buna, bizi, beni, ezik kategorisine koyup aklınızca küçük görüyorsunuz. Kibar olanlarınız da yine akıllarınca "üzülüyorlar" halimize/halime. Söylemeye gerek bile yok ama yine de bilin, asıl ezikler sizlersiniz.

Kendini salıverip, bu bahsettiğim insanları bile haklı çıkaracak seviyede salaş gezip/davranıp, kendini savunma içgüdüsüyle yapılan salakça avuntularla eş tutmayın anlatmaya çalıştığım şeyi. Anlayın! Sizin görmek istediğiniz gibi değilim, olmayacağım, sizin beklediğiniz kadar çalışkan değilim, olmayacağım, sizin muhatap olmak istediğiniz kadar sosyal değilim, olmayacağım, sizin SEVECEĞİNİZ birisi değilim, olmayacağım. Ama şuna da eminim ki hepinizden olmasa da ÇOĞUNUZDAN DAHA ADAMIM!

28 Eylül 2010 Salı

Duygusal yoğunluktan ileri gelen içsel zırvalamalar

Geçen bunca senenin ardından en iyi arkadaşımın kendim, en iyi dostumun ise "metal" olduğunu anlamam, daha doğrusu zaten tahmin ettiğim bir şey olan bu durumun gerçekliğinin farkına varmam beni hem gülümsetiyor, hem duygulandırıyor, hem de düşünmeye sevk ediyor. Bir an için "nedir beni bu denli yalnız kılan" diye kendi kendime sormak geldi içimden ama sorunun yanıtı kafamda belirdi. Sonra "neden böyle devam ediyor" diye sormak geldi ama onun yanıtı da belirdi bir şekilde. Kafamdaki dünyanın (dünyamın) her yönüyle dışarı aktarılamayacağına olan inancım (belirli bir kısma kadar olabilir, evet, ama uç noktalarını kendi kendine belirleyen bir sınırı var) daha detaylı olarak yazıya dökmeme izin vermiyor. En açık hali aktarmak istediğim başka bir konuda bulunabilir sanırım; aynı dünyanın yıllanmış mahremlerindeki o güzel şeyler (ki bunlar hiç bir zaman gerçek mânâda maddiyat üzerine olmadı, daha çok kişiler, durumlar üzerine oldu) hiç bir zaman geçtim gerçek olmayı, gerçeğin yanından bile geçmediler ve sanırım bundan sonra da geçmeyecekler. Gerçeği o dünyaya uyarlamaya çalıştığım zaman yaşadığım hüsranı zaten biliyorum, işte bahsettiğim bulunabilecek (veya çıkarılabilecek) en açık ve yalın şey belki de budur.

22 Temmuz 2010 Perşembe

Standartlar...

Standartlar, standartlar... Neredeyse her yerde, her konuda bir standart var. Hayatımıza yön veriyor bunların çoğu. Ve ben bunların neye göre / kime göre standartlaştırıldığı konusunu feci kafama takmış durumdayım. Çünkü bazıları ne kadar mantıklı veya tölere edilebilir olsa da bazıları akıllara ziyan... Mesela insanların caddelerde, sokaklarda, meydanlarda genellikle neden sağdan yürüdüğünü hiç düşündünüz mü? Ben düşündüm düşünmesine ama akıl sır erdiremedim. Neden? Yani gerçekten neden? Hani bunu ilk kez kim dile getirmiş? Ya da ilk kez "böyle olsa daha mantıklı olur" diye kim / hangi toplum söylemiş? Soldan yürüse insanlar olmaz mı? O da aynı şey; herkes kendine göre soldan yürüse bir sorun kalmaz. Yürüyen merdivenlerde yukarı çıkan yürüyen merdiven soldaki olsun, aşağı inen sağdaki olsun mesela? Ne değişir? Bence pek bir şey değişmez. Ama nedense böyle oturmuş... Cidden kafayı sıyırmak üzereyim!

Bunu düşünürken aklıma şu geldi: İngiltere'de veya Kıbrıs'ta olduğu gibi otomobillerde direksiyonun solda olması, trafiğin (bize göre) ters yönlü olması olayı... Hani belirli toplumlar kendilerini farklı / üstün göstermek için böyle yapıyor gibisinden ulu boynuzlu geyikler döner ya... Özellikle de İngiltere için gerçerlidir bu. Belki doğrudur, bilemiyorum o kadarını ama bu da benim soruma yanıt olmuyor. Öyleyse bile neden dünya geneli sağdan giderken İngiltere'de (veya trafiğin ters yönlü olduğu diğer ülkelerde) soldan gidiliyor? Yani dünya geneli soldan gidip İngilizler sağdan da gidebilirdi. İlk başta kim çıkıp "araç trafiği sağdan akmalıdır" demiş? Merak etmemek elde değil. Hadi her şeyi geçtim, bunu kimin kurallaştırdığı ya da standartlaştırdığı bir yana (belki biliniyordur, hadi biliniyor olsun...) hangi mantığa göre yapılmış? Yani ilk bulanın tabi olduğu olduğu o zamanki yasaya göre mi? Yoksa o zamanın bilgeleri / bilim adamları mı yol göstermiş...? Aynı şekilde "yemek yeme kuralları"nda da aynı şeyler var kafa kurcalayan. Neden hangi aletin hangi elde olacağı belli? Yani kaşık ve bıçak neden daima sağ elle tutulur ki? Bıçaksız yenen bir yemekte çatal sağ ele geçebilirmiş mesela... Allah razı olsun! Dudak uçuklatacak "kurallar" var! Delirmemek elde değil...! Kim göre neye göre?! Yani adam solak olamaz mı? Ya da toplumdan topluma yemek yeme alışkanlıkları değişiklik gösteremez mi? Bu sorunun yöneltildiği çoğu insanın "ya tabiki gösterebilir de..." diye başlayan bir cümleyle yanıtına başlayacağına da eminim! Bırakalım "ya"sını; neye göre bunları genel yemek yeme kuralları olarak biliyoruz? Bizim toplumda nadir uygulandıklarını düşünsem de var yani uygulayanlar. Ya da bize "böyle bilin" diyenler. Neye göre? Al işte İnternet'ten bir tıkla yemek yeme kurallarını bulabiliyorsun. Kim bunları belirleyen? Kime göre ahlâk kuralları bunlar? Batı'ya göre mi? Öyleyse bile tüm dünyada böyle olmak zorunda mı? İtalyanlar spagetti yerken hiç kaşık kullanmazlarmış mesela... E bu afedersiniz kendi b*kunda boğulmak değil de nedir? Sorumu tekrarlıyorum: "toplumdan topluma yemek yeme alışkanlıkları değişiklik gösteremez mi?". Araplar neden elleriyle pilav yedi diye "pis", "görgüsüz", "medeniyetten yoksun" ilân edilirler? Ve bunu yapan "Batı" değil, biz de yapıyoruz bunu. Arapları elleriyle etli pilav yedikleri için bizler de "pislik" buluyoruz. E neden Uzak Doğuluları minicik minicik sopalarla pilav yedikleri için en azından "garip" bulmuyoruz? Ona "kültür" diyoruz da Arapların elleriyle yemesi mi kültür değil de görgüsüzlük? Bu yaftalamanın tek nedeni "hijyen" mi yani? Ya bırakın Allah aşkına... Martı etinden tavuk döner, at / eşşek etinden et döner yiyen, ısıl işlem görmüş gaga, ibik, tınak, kıkırdak vb. şeyleri sucuk / salam diye yiyen, elle dakikalarca değişik baharatlarla falan yoğrulan çiğ eti "çiğ köfte" diye afiyetle yiyen insanlarız...

Gerçi bunlar biraz da işin görgü / ahlâk kısmıyla ilgiliydi, tartışmaya açık olabilirler bir şekilde. Ama bunlar dışında kalan çoğu şey öyle mi? Kesinlikle hayır! Mesela neden yeşil ışık "geç", sarı / turuncu ışık "hazırlan", kırmızı ışık da "dur" anlamında? Ya da neden yeşil olumlu anlamlarda olurken, kırmızı olumsuz anlamlarda? Neden mavi erkek, pembe kız bebekler için? Neden erkekler için varsayılan belden aşağı giysi etek, kadınlar için pantolon değil? Ki mantıklı olan da (rahatlık açısından) aslında bu... İskoçlar bu konuda akıllılık etmişler. Bir de bisikletlerde "top tube" olarak anılan (bildiğimiz ortadaki demir, destek sütunu deniyor hatta Türkçe'de sanırım) parçanın düşük olanlarına kız bisikleti deriz ya; o da mantıksal olarak hatalı. Tam tersi olmalı, o tarz bisikletler asıl erkek bisikleti olmalı... Neden böyle, kim belirlemiş bunu? Vallahi daral geliyor düşündükçe ve aklıma değişik değişik şeyler geldikçe. Diş fırçalarken neden ilk önce yukarı - aşağı hareket yapılıyor da sağa - sola yapılmıyor? Sağlık uzmanları mı belirlemiş acaba bunu? Benzer şekilde hekimlerin kendilerine has el yıkama yolları vardır (aslında herkesin öyle yıkaması öneriliyor sanırım) ya, ilk olarak kim bulmuş bunu? Yıllarca süren araştırmalar sonucu "böyle yıkayınca daha hijyenik oluyor" mu denmiş? Öyleyse bile bu araştırmayı yapan kim ve nasıl bu kadar yaygınlaşmış bu olay da şu anda varsayılan bir standart haline geldi? Bu arada "varsayılan standart" da saçma sapan bir şey oldu ama neyse...

Düşündükçe daha neler neler geliyor aklıma ama hepsini yazmaya kalkarsam çok fazla soru sormuş olacağım, zaten yeterince var üstte... İşin en kötü tarafı da belki bu "standart"ların saçma geldiği insanların bunları kabul etmeyip her şeyi bildiği / istediği gibi yaptığı zaman "marjinal", "anarşist"... gibisinden yaftalanması. İstediğimizi yapalım lan!