28 Eylül 2010 Salı

Duygusal yoğunluktan ileri gelen içsel zırvalamalar

Geçen bunca senenin ardından en iyi arkadaşımın kendim, en iyi dostumun ise "metal" olduğunu anlamam, daha doğrusu zaten tahmin ettiğim bir şey olan bu durumun gerçekliğinin farkına varmam beni hem gülümsetiyor, hem duygulandırıyor, hem de düşünmeye sevk ediyor. Bir an için "nedir beni bu denli yalnız kılan" diye kendi kendime sormak geldi içimden ama sorunun yanıtı kafamda belirdi. Sonra "neden böyle devam ediyor" diye sormak geldi ama onun yanıtı da belirdi bir şekilde. Kafamdaki dünyanın (dünyamın) her yönüyle dışarı aktarılamayacağına olan inancım (belirli bir kısma kadar olabilir, evet, ama uç noktalarını kendi kendine belirleyen bir sınırı var) daha detaylı olarak yazıya dökmeme izin vermiyor. En açık hali aktarmak istediğim başka bir konuda bulunabilir sanırım; aynı dünyanın yıllanmış mahremlerindeki o güzel şeyler (ki bunlar hiç bir zaman gerçek mânâda maddiyat üzerine olmadı, daha çok kişiler, durumlar üzerine oldu) hiç bir zaman geçtim gerçek olmayı, gerçeğin yanından bile geçmediler ve sanırım bundan sonra da geçmeyecekler. Gerçeği o dünyaya uyarlamaya çalıştığım zaman yaşadığım hüsranı zaten biliyorum, işte bahsettiğim bulunabilecek (veya çıkarılabilecek) en açık ve yalın şey belki de budur.

22 Temmuz 2010 Perşembe

Standartlar...

Standartlar, standartlar... Neredeyse her yerde, her konuda bir standart var. Hayatımıza yön veriyor bunların çoğu. Ve ben bunların neye göre / kime göre standartlaştırıldığı konusunu feci kafama takmış durumdayım. Çünkü bazıları ne kadar mantıklı veya tölere edilebilir olsa da bazıları akıllara ziyan... Mesela insanların caddelerde, sokaklarda, meydanlarda genellikle neden sağdan yürüdüğünü hiç düşündünüz mü? Ben düşündüm düşünmesine ama akıl sır erdiremedim. Neden? Yani gerçekten neden? Hani bunu ilk kez kim dile getirmiş? Ya da ilk kez "böyle olsa daha mantıklı olur" diye kim / hangi toplum söylemiş? Soldan yürüse insanlar olmaz mı? O da aynı şey; herkes kendine göre soldan yürüse bir sorun kalmaz. Yürüyen merdivenlerde yukarı çıkan yürüyen merdiven soldaki olsun, aşağı inen sağdaki olsun mesela? Ne değişir? Bence pek bir şey değişmez. Ama nedense böyle oturmuş... Cidden kafayı sıyırmak üzereyim!

Bunu düşünürken aklıma şu geldi: İngiltere'de veya Kıbrıs'ta olduğu gibi otomobillerde direksiyonun solda olması, trafiğin (bize göre) ters yönlü olması olayı... Hani belirli toplumlar kendilerini farklı / üstün göstermek için böyle yapıyor gibisinden ulu boynuzlu geyikler döner ya... Özellikle de İngiltere için gerçerlidir bu. Belki doğrudur, bilemiyorum o kadarını ama bu da benim soruma yanıt olmuyor. Öyleyse bile neden dünya geneli sağdan giderken İngiltere'de (veya trafiğin ters yönlü olduğu diğer ülkelerde) soldan gidiliyor? Yani dünya geneli soldan gidip İngilizler sağdan da gidebilirdi. İlk başta kim çıkıp "araç trafiği sağdan akmalıdır" demiş? Merak etmemek elde değil. Hadi her şeyi geçtim, bunu kimin kurallaştırdığı ya da standartlaştırdığı bir yana (belki biliniyordur, hadi biliniyor olsun...) hangi mantığa göre yapılmış? Yani ilk bulanın tabi olduğu olduğu o zamanki yasaya göre mi? Yoksa o zamanın bilgeleri / bilim adamları mı yol göstermiş...? Aynı şekilde "yemek yeme kuralları"nda da aynı şeyler var kafa kurcalayan. Neden hangi aletin hangi elde olacağı belli? Yani kaşık ve bıçak neden daima sağ elle tutulur ki? Bıçaksız yenen bir yemekte çatal sağ ele geçebilirmiş mesela... Allah razı olsun! Dudak uçuklatacak "kurallar" var! Delirmemek elde değil...! Kim göre neye göre?! Yani adam solak olamaz mı? Ya da toplumdan topluma yemek yeme alışkanlıkları değişiklik gösteremez mi? Bu sorunun yöneltildiği çoğu insanın "ya tabiki gösterebilir de..." diye başlayan bir cümleyle yanıtına başlayacağına da eminim! Bırakalım "ya"sını; neye göre bunları genel yemek yeme kuralları olarak biliyoruz? Bizim toplumda nadir uygulandıklarını düşünsem de var yani uygulayanlar. Ya da bize "böyle bilin" diyenler. Neye göre? Al işte İnternet'ten bir tıkla yemek yeme kurallarını bulabiliyorsun. Kim bunları belirleyen? Kime göre ahlâk kuralları bunlar? Batı'ya göre mi? Öyleyse bile tüm dünyada böyle olmak zorunda mı? İtalyanlar spagetti yerken hiç kaşık kullanmazlarmış mesela... E bu afedersiniz kendi b*kunda boğulmak değil de nedir? Sorumu tekrarlıyorum: "toplumdan topluma yemek yeme alışkanlıkları değişiklik gösteremez mi?". Araplar neden elleriyle pilav yedi diye "pis", "görgüsüz", "medeniyetten yoksun" ilân edilirler? Ve bunu yapan "Batı" değil, biz de yapıyoruz bunu. Arapları elleriyle etli pilav yedikleri için bizler de "pislik" buluyoruz. E neden Uzak Doğuluları minicik minicik sopalarla pilav yedikleri için en azından "garip" bulmuyoruz? Ona "kültür" diyoruz da Arapların elleriyle yemesi mi kültür değil de görgüsüzlük? Bu yaftalamanın tek nedeni "hijyen" mi yani? Ya bırakın Allah aşkına... Martı etinden tavuk döner, at / eşşek etinden et döner yiyen, ısıl işlem görmüş gaga, ibik, tınak, kıkırdak vb. şeyleri sucuk / salam diye yiyen, elle dakikalarca değişik baharatlarla falan yoğrulan çiğ eti "çiğ köfte" diye afiyetle yiyen insanlarız...

Gerçi bunlar biraz da işin görgü / ahlâk kısmıyla ilgiliydi, tartışmaya açık olabilirler bir şekilde. Ama bunlar dışında kalan çoğu şey öyle mi? Kesinlikle hayır! Mesela neden yeşil ışık "geç", sarı / turuncu ışık "hazırlan", kırmızı ışık da "dur" anlamında? Ya da neden yeşil olumlu anlamlarda olurken, kırmızı olumsuz anlamlarda? Neden mavi erkek, pembe kız bebekler için? Neden erkekler için varsayılan belden aşağı giysi etek, kadınlar için pantolon değil? Ki mantıklı olan da (rahatlık açısından) aslında bu... İskoçlar bu konuda akıllılık etmişler. Bir de bisikletlerde "top tube" olarak anılan (bildiğimiz ortadaki demir, destek sütunu deniyor hatta Türkçe'de sanırım) parçanın düşük olanlarına kız bisikleti deriz ya; o da mantıksal olarak hatalı. Tam tersi olmalı, o tarz bisikletler asıl erkek bisikleti olmalı... Neden böyle, kim belirlemiş bunu? Vallahi daral geliyor düşündükçe ve aklıma değişik değişik şeyler geldikçe. Diş fırçalarken neden ilk önce yukarı - aşağı hareket yapılıyor da sağa - sola yapılmıyor? Sağlık uzmanları mı belirlemiş acaba bunu? Benzer şekilde hekimlerin kendilerine has el yıkama yolları vardır (aslında herkesin öyle yıkaması öneriliyor sanırım) ya, ilk olarak kim bulmuş bunu? Yıllarca süren araştırmalar sonucu "böyle yıkayınca daha hijyenik oluyor" mu denmiş? Öyleyse bile bu araştırmayı yapan kim ve nasıl bu kadar yaygınlaşmış bu olay da şu anda varsayılan bir standart haline geldi? Bu arada "varsayılan standart" da saçma sapan bir şey oldu ama neyse...

Düşündükçe daha neler neler geliyor aklıma ama hepsini yazmaya kalkarsam çok fazla soru sormuş olacağım, zaten yeterince var üstte... İşin en kötü tarafı da belki bu "standart"ların saçma geldiği insanların bunları kabul etmeyip her şeyi bildiği / istediği gibi yaptığı zaman "marjinal", "anarşist"... gibisinden yaftalanması. İstediğimizi yapalım lan!

14 Temmuz 2010 Çarşamba

Breathe me

Sia - Breathe me

Help, I have done it again
I have been here many times before
I hurt myself again today
And, the worst part is there's no-one else to blame

Be my friend
Hold me, wrap me up
Unfold me
I am small
and needy
Warm me up
And breathe me

Ouch

I have lost myself again
Lost myself and I am nowhere to be found,
Yeah I think that I might break
Lost myself again and I feel unsafe

Be my friend
Hold me, wrap me up
Unfold me
I am small
and needy
Warm me up
And breathe me


Ne kadar güzel sözler yazılıyor arkadaş, ne kadar güzel... Özellikle ilk kıta beni bitiren yerdir. "Şarkılarda kendini bulma" olayını aştığım andır! Yalnız şu da var ki daha çok arandıkça daha çok buluyorsun. Yani demek istediğim, özel hissettirmesini beklediğin bir şey olmamalı ki sonradan hissettiğin şeyleri hisseden, aynı şeyleri yaşamış/yaşıyor olan, atlatamayacağın sandığın şeyleri çoktan yaşamış ve geride bırakmış olan milyonlarca insan olduğunu, bu insanlardan yetenekli olanlarının bunları şarkılara şiirlere dökmüş olduklarını vs farkedince kendini sıradan hissetme...

Neyse ya. Bırakmak lazım bu ayakları. "I have been here many times before" yeter...

22 Haziran 2010 Salı

Ne isen osun...

Ben sana bir şey diyeyim mi... Özel hayatında kim olursan ol, ne yapıyorsan yap, ne ile uğraşıyorsan uğraş. Sosyal statüne ters düştüğünü düşündüğün özelliklerini gizlemeye çalışıyorsun. Aşırı sert bir müzikle uğraşan bir müzisyensen mesela; sosyal ağlarında seni sadece bu özelliğinle tanıyan kişilerin seni sadece bu özelliğinle bilmesini istiyorsun. Ya da aile fertlerinin/akrabalarının bazı arkadaş ortamlarındaki yüzünü görmesini istemiyorsun. Kısacası, bazı yönlerini bazı insan takımlarından gizlemek istiyorsun. Haksız mısın? Bilmiyorum... Belki de değilsin. Ama ne isen osun...

Ben duygusal bir insanım ve beni sahnede çılgınca kafa sallarken bilen bir insandan bu yönümü içgüdüsel olarak saklamak gereği duyuyorum. Ya da sadece arkadaşlarımın anlayabileceği bir geyiği sadece onlarla çevirmek istiyorum, ailemin ya da başka alakasız insanların bunun içinde olması istemediğim bir şey. O yüzden olabildiğince onların göremeyeceği, duyamayacağı şekilde yaşıyorum bu yöndeki hayatımı. Ama bıktım. Çünkü insan öyle bir ruh halinde olabiliyor ki bazen aklından ne geçiyorsa anında dışarı yansıtma gereği duyuyor. İşte ben bunu yapamayınca içimde kalıyor resmen. Zaten ketum bir insanım genel olarak, bir de böyle bir şeye denk gelince düşün sen benim halimi.

Bugün o sosyal ağlarımda "Seni seviyorum" diye haykırmak istedim sevdiğime... Ama yakında albümü çıkacak olan ve bunun reklamı/tanıtımı telaşında olan bir metalci olarak yap(a)madım. Neden o ağlarda haykırıyorsun da asıl hedefe haykırmıyorsun diye gelmiş olabilir akıllara. Her şey dışardan göründüğü kadar yüzeysel olmayabiliyor bazen, işte bu yüzden. Sanki bilmiyorsunuz...

Neyse ne... Benim yaram derin arkadaş, kendime göre. Seven bir kalbim var. Sevdiğimden hiç olmadığım kadar uzaktayım ve gün geçtikçe daha da uzaklaşıyorum... Seni ilgilendirmiyor olabilir, zaten seni ilgilendirmiyor olması da beni ilgilendirmiyor. Ama ortadaki bu gerçeği göre göre nasıl yaşıyoruz? Nasıl kendimiz gibi değil de dışarıdan olmamızın beklendiği kişi gibi olabiliyoruz -en azından çoğunlukla- gerçekten anlamakta güçlük çekmeye başladım. Şunu da biliyorum, olması gereken aslında hiç bir kimseyi önemsemeyip olduğun gibi olmak. Ama dedim ya, içinde bulunduğun mod gerçekten önemli. Sonradan çok "metalci" bir modda olduğum zaman da karşıma "duygusal metalci", "ergen isyancısı" gibisinden çıkılırsa o kişiyle çok kötü kavga ederim. Muhtemelen bunu bildiğim için de göz göre göre tam olarak anlayamadığım şeyi yapıyorum, yapmaya devam edeceğim...

25 Mayıs 2010 Salı

MED'LCÔR

(22 Mart 2008 tarihli, başka bir sitede yayınladığım bir yazının hafif düzeltilmiş (genelde imlâ) ve bazı notlar eklenmiş hâlidir. Ekleme amacım burada da bulunmasını istememdir. Buyrun...)

Piyasa, gay, markete ürün, emo, yavşak... Ne derseniz artık. Amerikan gençliğinin hardcore u ve punk ı alıp İsveç melodic death metaliyle birleştirdiği; içine bazen gay düz vokal, bazen gang vokaller, bazen en öküzünden brutal vokal ve bazen de hayvani technical death metal öğeleri ekleyip en kalitelisinden, en cillöpünden, en kristalinden kayıt yapıp; en dizayn manyağı albüm kapakları ve sitelerle insanlara sunduğu son yıllarda hayli ünlenen hatta boku çıkan müzik tarzı...!? Ya da onun gibi bişey işte, sonuçta benim anladığım bu, müzik eleştirmeni değiliz herhalde...

Shadows Fall'la mı Avenged Sevenfold'la mı Hatebreed'le mi Killswitch Engage'le mi Lamb of God'la mı ya da As I Lay Dying'le mi başladı bu akım artık orasını tam bilmiyorum, belki de çok daha öncelere gidiyordur. Ama o kadar çok ünlü grup var ki... Gerçi müziğini iyi yaptıktan sonra her metalcore grubu ünlü zaten, tarzının metalcore olması yetiyor çünkü bu dönemde. Zira bu tarzda ünlü grupların hepsi eşşek gibi satmakta.

Tabi müziğin yanı sıra bu grupların daha başka belirleyici özellikleri de vardır :

1) Genelde iki ya da daha çok sözcükten oluşan -daha felsefik ya da "cool" olduğu düşünülüyo sanırım- isimleri olması (ör: For the Fallen Dreams, From Autumn to Ashes, All That Remains, Arsonists Get All The Girls, After the Burial, Bury Your Dead, I Killed the Prom Queen, Between the Buried and Me, Through the Eyes of the Dead, Fear Before the March of Flames [bu son ikisine çok gülüyorum! lan cümle olur mu grubun ismi!?], Remembering Never, A Life Once Lost .... bitmez ) ve ayrıca bu isimlerin belirli pronoun ve conjunctionlara -ya da her neyse (: - sahip olması (ör: As I Lay Dying, As Blood Runs Black, As We Fight, As Dusk Unfolds, As Legend Has It, As This Body, I Exist, As Hell Broke Loose, With Blood Comes Cleansing, With Dead Hands Rising, With Faith or Flames, With Us It Ends...)

2) Myspace sayfa dizaynlarının birbirleriyle yarışması ve bu sayfalarda muhakkak sayfa açılır açılmaz karşımıza çıkan "top image" -adı üstünde- bulunması. [Güncel ekleme: artık sadece belirli grupların yaptığı bir durum olmaktan çıkmış, bir Myspace tasarım klişesi halini almıştır bu olay, demek ki o zamanlarda bu şekilde gözlemlemişiz olayı.]

3) İsimlerin uzunluğuna bağlı olarak konser afişlerinde & flyerlarda hapı yutmamak için iki adet logo tiplerinin bulunması ve bunlardan birinin kendine has logoları olurken diğerinin genelde biraz üstünde oynanmış olarak black metalde de sık sık kullanılan (eski İngiliz tipi mi denir artık ne denir) tipte olması...

4) Grup fotolarının genelde bir stüdyoda profesyonel çekim olması, bunun yanısıra bazen ciddi olmaması (mümkünse içki masasında, taş gibi hatunlarla ya da pahalı arabaların veya mekanların vs önünde)...

..... şimdilik aklıma gelenler bunlar, bu liste uzar da gider...

Şimdi kafalarda "tamam herşey iyi hoş da ne alaka şimdi..." gibisinden düşünceler oluşmaya başlamışken benim bunla ilgili niye yazı yazdığıma gelince... Olayın özeti şu ki -en başta da söylediğim gibi- bu tarzın direkt olarak markete akması ve bu kadar ünlü olması beni bir ikilem içinde bırakmakta. Bir yanda bir death metal fanı olarak bu müziğin içinde sevdiğim teknik death metalin yanısıra metalciliğimizin ilk yıllarından gelen bir sevgi pıtırcığıyla bağlı olduğumuz melodik death metali de barındırması; diğer yanda da insanın dinledikçe dinleyesini getiren inanılmaz derecede "cillöp" prodiksüyonlar beni bu müziğin içine çekmekte. Bu anti-underground yapının yanında death metalin kendine has ekstremliğini ve gücünü çoğunlukla kaybettiğinin farkındayım ve bu da beni rahatsız etmekte. Öyleyse ne yapmalı? "Başlarım ulan" diyip elinin tersiyle bir kenara mı itmeli yoksa "niye dinlemiyorum abicim hoşuma gidiyosa, zaten döşerim (indiririm) bi yerden, para mara vermiyorum nasılsa, yaşasın kolpa türkiş mp3 metal force" diyip bağrına mı basmalı... Paramı gözümü kırpmadan vereceğim o kadar çok underground, tam manasıyla underground olmasa da kaliteli müzik yapan o kadar çok grup var ki; "Amerika'da top listlere bile girecek kadar çok satan bu grupların albümlerine bir de ben mi para vercem!?" diye bir bakış açısı da gelmiyor değil insanın aklına; bir üçüncü dünya ülkesinde yaşadığını hatırlayınca.

Yanlış anlaşılmamasını istediğim husus şudur ki, bu tarzda benim zevkime uyan gruplar Lamb of God, Chimaira, Caliban, Bullet for My Valentine, Atreyu, Trivium... gibi lise rocker tayfanın gözbebeği olan kolpaları değil daha çok death metali alıp bi şekilde kendi çeşnisiyle yoğurup ustaca metalcore icra eden ve gay clean vokalleri abartmayarak o güzelim melodik tınılarıyla insanın içinde iyilik, güzellik, cicilik, hoşluk ve tatlı duygular uyandıranlar gruplardır. Hele ki teknik death metal etkileşimi daha fazla olanları "off abiii" diye tabir ettiğimiz tepkileri ortaya çıkarmaktadır. Bunları örnekleyecek olursak ilk kısımdakilerin önde gelenleri Job for a Cowboy (evet bence de salakça bi isim) ve Despised Icon olabilir ki deathcore da denmekte bu gibi gruplara. İkinci kısımda ise en sakız olanlardan başlayacak olursam As I Lay Dying, All Shall Perish, Darkest Hour gibisinden grupları beğenmediğimi söylersem yalan olur (çok dinlediğimi değil, beğenmediğimi söylersem yalan olur; yani başka bir deyişle çok dinlemediğimi söylersem yalan olmaz). Bildiğimiz metalcore kurallarını death metal yerine black metal kullanarak uygulayan gruplar da var ki bunlardan The Breathing Process'i bayağı tuttum. Bunlara da blackcore mu diyeceğiz ilerde onu da zaman gösterecek [Güncel ekleme: Yazının üzerinden 2 yıl gibi bir süre geçmiş -ki günümüz teknolojisinde artık hiç de öyle kısa bir zaman sayılmaz- ama hiç böyle bir şey duymadım da rastgelmedim de. Kısacası kabul ediyorum, saçma bir varsayım olmuş.]. At the Throne of Judgment adlı grubu ise bayağı dinledim ama nedenini ben de bilmiyorum açıkcası. Melodik yapılarını beğendiğim gruplar ise The Black Dahlia Murder ve As Blood Runs Black. ABRB'in 2006 tarihli "Allegiance" albümünü tBDM'ın da son (2007) albümü "Nocturnal"ı para verilmeye değer albümler olarak görüyorum [Güncel ekleme: O zamanlar "Nocturnal" son albümmüş tabi, sonra "Deflorate" çıktı ve grupla ilgili bir hayal kırıklığı yaşamama sebep olmadı...]. Heleki Allegiance'daki "Legends Never Die" ve Nocturnal'daki "Everything Went Black" adlı şarkılar tam olarak bir metalcore grubundan ne beklediğimin stüdyoda kaydedilmiş beyanatı gibiler.

Ama tüm bu değindiğim şeylerden sonra asıl ve asıl para verilmeye değecek gruplar bana göre -daha önce de söylediğim gibi- death metali teknik öğelerle müziğinde barındıran gruplar... Sabahtan beri ismini anmak istediğim bu gruplar tabiki The Faceless ve Beneath the Massacre'dan başkası değil. "Evidence of Inequity" 2005 tarihli sanırım, BtM ı tanımamı sağlayan ilk çalışmaları, ilk dinlediğimde "ohannes burger" tepkisini vermeme neden olmuştu. Aynı şekilde "Akeldama" da The Faceless'ın bombası. Promosyon şarkılarıyla insanları bir süre avutabilen The Faceless bu albümü sağlam patlattı ve şu an zaten turlar murlar gayet hakettiği yerde [Güncel ekleme: The Faceless bu albümden sonra mayayı tutturamadı tabi. "Planetary Duality" öyle bomba bir albümden sonra bir kaç şarkı dışında vasatı aşamadı. Tabi bunun benim düşüncem olduğunu tekrar belirtmeme ne kadar gerek var bilmiyorum. Gerçi bunu yazarak belirmiş oldum bile çoktan orası da ayrı mesele. Neyse.]... Ayrıca hayran olduğum iki tane hayvan grup aynı şirketten çıkma Born of Osiris ve Veil of Maya. "The New Reign" 10 numara bi albüm... [Güncel ekleme: "The New Reign" bir Born of Osiris albümü, yazıyı yazarken belirtmeyi unutmuşum. Ayrıca unuttuğum diğer bir nokta da Veil of Maya'nın albümü "The Common Man's Collapse" olmuş. Eşşek gibi bir albümdür. Sonradan Born of Osiris "A Higher Place" ile istediğimi bana veremedi -öyle bir albümün ardından zordu zaten be abicim, kabul ediyorum- ama Veil of Maya'nın dört ayrı renkte kapakla -aynı kapak, dört farklı renk: kırmızı, gri, sarı ve yeşil- çıkan [id] adlı albümü şu ana kadar verdi, veriyor. Albüm çok yeni olduğu için hala alışma aşamasındayım ama zaman geçtikçe soğumaktan ziyade ısınacağımı düşünüyorum bu albüme de.]

Neyse böyleyken böyle işte. Yazımın bi amacı yoktu; buraya kadar okuyan varsa umarım neler hissettiğimi anlatabilmişimdir ona...

|m|,

17 Mayıs 2010 Pazartesi

Sidik yarışı

Umursamazlık üzerine bir hayal kırıklığı var.

Hani bazı şeyleri hiç umursamadığın hissiyatına kapılırsın, bu da sana manevî bir güç verir ya; o an için çok tatlı gelir...

Ama bazen bu halet-i ruhiye içindeyken etraflıca düşününce aslında durumunun gerçekten öyle olup olmadığını sorguluyorsun. Kendine acaba umursamadığını düşündüğün şey ya da insan tarafından umursanmıyor musun, bunu soruyorsun. Ya da en azından öyle olabilir mi diye soruyorsun. Bir nevî karşındaki her neyse onunla umursamazlık üzerine aslında çok gereksiz olan bir sidik yarışına giriyorsun...

Neyse; o sorunun cevabının "evet" yahut "olabilir" olduğunu farz edin şimdi...

İşte o çok kötü bir his!

14 Mayıs 2010 Cuma

İtici gelmek

Bayanlar, sizlere naçizâne tavsiyem şudur ki lütfen erkek arkadaşınızın, kocanızın, babanızın, dayınızın... gazıyla futbol aşığı olup çıkmayınız. Çünkü nasıl fazla duygusal ve içli erkekler bayanlara itici geliyorsa, futbolla fazla içli dışlı bayanlar da erkeklere o kadar itici geliyor... En azından benim için bu böyle.

Bayan dediğin ofsaytın ne demek olduğunu bilmeyecek arkadaş! Hatta "ya herşeyi anlıyorum da şu ofsayta aklım ermiyor bir türlü" diyecek böyle en klişesinden...

26 Nisan 2010 Pazartesi

Sanal alemlerde mesaj kaygısı

Öncelikle ilk girdim biraz aceleye geldiğinden konuyla tamamen alakasız bir giriş paragrafı yazmak istiyorum yüksek müsadenizle:
Söylemeye gerek bile yok ama; bu kişisel bir sayfa! Yani tamamen benim zırvalarımla dolu (olacak). Ve sanırım genelde benimle ilgili olacak; bu gözlemlediğim şeyler ve dünya hakkında hiç bir şey yazmayacağım anlamına gelmiyor ama yine de. Eğlendirme amacı yok, güldürme amacı yok; mesaj verme ve düşünmeye sevk etme amacı ise bazen olabilir. Yazılanların hoşunuza gitmesini beklemeyin, edebî ya da felsefik olmasını beklemeyin, okurken zevk almayı hiç beklemeyin. Ama bunların tam tersi olursa benim açımdan (ve belki de sizin) ne âlâ...

Neyse, asıl meselemize gelelim... Başlık gayet açık zaten. Değişik yerlerde, değişik çeşitlerde insanların mesaj kaygıları nasıl oluyor, şu kendi nâçizâne penceremden gözlemle(yebil)diğim kadarıyla aktarmaya çalışacağım. Bu yazının asıl olayı "mesaj kaygısı" meselesini konuşuyor görünerek bir mesaj vermek mi, okuduktan sonra kendiniz karar verirsiniz ona...

En çok rastlanan tür illaki ilişkilerde (hayır güzelim, 'illaki'deki 'ki' ayrı yazılmaz!), rahatlıkla tahmin edebileceğimiz gibi. Biten, başlayan, devam eden... Benim asıl değinmek istediğim de bu zaten (niye ki!?). Başlayan ve devam edenler için söylenecek çok şey yok, kısa ve öz olur onlar. Tebrikler, canımlar, cicimler falan. Ama mesele bitenlerde; öyle akla gelmedik yollar var ki o durum için... En basitlerini biliyorsunuz, Facebook ve Twitter gibi sanal sosyal ortamlardan ileti yardırmak, vidyo klipler, notlar paylaşmak. Sonra, anlık ileti programlarının sağolsun hayatımıza çok büyük katkılar sağlayan "anlık hızlı ileti paylaşma" kısımları. Ha olmadı mı? Yine anlık ileti programlarının (niye resmîyim ki bu kadar, en çok kullanılan: windows live messenger -msn- işte!) dinlediğimiz müziği gösteren özelliği! Tabii... Çok önemli bu gerçekten(!). Duruma uygun, sadece ismi bile gayet yeterli bir mesaj olan bir şarkı bulunur, müzik çalar tekrar çalma moduna alınır ve çaldıkça çalar o parça... Haa tabi bunun anlaşılması kolay gelebilir, çocuk muyuz sonuçta değil mi (hiç çocukça değil cidden!) ? O zaman ne yapılır, birden fazla şarkı bulunur, nasılsa şarkı bol. Çalma listesinde sıraya konulur ve çalmaya devam eder, eder, eder... Dediğim gibi şarkı sözlerine, yani detaya inmeden vurucu isimli şarkılar seçmek makbûldür ki mesaj en hızlı ve etkili bir biçimde karşıya ulaşsın.

Şimdi sen herkesin en yoğun olarak internette takıldığı saatlerde o paylaşım sitelerinde çok mânidar bir göndermeyi ileti olarak geçtin ya, bir müzik klibi (ayrılık parçası olması lazım, içli olması lazım, daha önce bir anısı olması lazım, duygusallıktan gebermesi lazım ya da bunlardan en az biri olması lazım işte...) paylaştın ya, karşı taraf onu sen paylaşır paylaşmaz gördü ve çok etkilendi. Hemen görmese de nasıl olsa görecek. Hemen gördüyse anlık ileti programında çevirim içi olan arkadaşlarına yetiştirecek acele acele. Heyecanlanacak, onlardan fikir isteyecek falan... He yavrum. Ayrıca bu da yetmedi, anlık ileti programında dinlediğin şarkıyı gösteren özelliği açtın ve seçtiğin nadide parçalardan oluşan listeni baştan sona karşıdaki insanın görmesini sağladın. Biliyor musun o da baştan sona tüm çalan şarkıları gördü, hepsinin isimlerine teker teker dikkat etti ve içinde âdetâ bir şeyler "cız" etti... "Bu bizim şarkımızdı" veya "tabii biliyor benim bu şarkıyı çok sevdiğimi" diyecek. Alt üst olacak. He yavrucuğum, he canım benim, he güzel evlâdım, he... Ve belki de en kötüsü, gittin başka başka sitelerde tekeer tekeer profiller yarattın, karşı tarafın olduğunu bildiğin/düşündüğün (ya da düşünmediğin, ne farkeder ki aslında). Oradan da boş durmadın, sürekli çalıştın... Olmadı -ki olmaz yani her zaman- gittin bir blog açtın! En temizi cidden. Sonra yardır musa... Yardır mesaj kaygısı dolu girdileri, laf arasında dokundurmaları, onu îmâ etmeleri. Yardırabildiğin kadar. Üstü kapalı olduğu kadar alenen de olabilir bu işlem, sana bağlı. Hah, yeterli ölçüde yardırdığını düşünüyor musun? Tamam. Karşı taraf bir bir bütün profillerini inceliyor hatta bazılarında arkadaşın olarak ekli olmadığı için göremiyor paylaşımlarını. Kudursun dursun orada. İşte kazanmak budur! Sonra girebildiklerine girip özene bezene yazdığın bütün yazıları kelimesi kelimesine okuyor. O en derin duygularını yansıtan büyülü satırlar, paragraflar karşı tarafın ruhundaki kabuk bağlamış yaraları kanatıyor. Çaktırmıyor ama içten içe ağlıyor sanki basbayağı!? Bakayım... Hakkaten öyle! İçi içini yiyor yorum yapabilmek için ama yapamıyor işte... "Yapacak bir şey yok, her şey geride kaldı" diyorsun sen de içinden, mağrur bir buruklukla. Hahaha işte yine WIN!...
Yeterli derecede rüyaya daldıysan yardımcı olayım: hee yavrum hee!

Hani ben de güya "ben gözlemledim ve aktardım sadece, ben yapmıyorum"a getiriyorum ya, çokbilmişlik yapıyorum... Bunun için de kocaman bir: HE YAVRUM HEE HEEE!
Gerçi kendime karşı biraz haksızlık yapıyor olabilir miyim acaba; çünkü yapıyordum, evet, ama artık yapmıyorum... Cidden. Başlarda zorlanıyordum yapmamak için ama sonradan zaman nasır eyledi bazı şeyleri, kabuk bağlattı. Şimdi tek sorun, bu koskoca yazı neyin nesi? Vallahi ben de bilmiyorum...

Eh be... Biraz medeniyet?

İlk yazının gerçekten bu tarz bir konuda olmasını istemezdim, ama şartlar beni blog olayına (yuppi!!! benim de blogum var artııkkk!!!.com) bu konuyla başlamaya itti...

Okul nedeniyle sürekli seyahat etme durumunda olan bir insan için artık bazı yolculuk klişeleri ve olumsuzlukları tolere edilebilir hale gelmiştir, illaki... Zalım muavinler, her seferinde "dışarıda dere var ondan geliyor" diye kendimizi kandırdığımız, kandırmaya çalıştığımız ama aslında alenen otobüs içindeki kendini bilmez bir densizin istemli ya da istemsiz neden olduğu osuruk kokusu içinde yarı uyku halinde olmak -en kral meditasyon bu değil de nedir!?-, bebek ağlamaları zırlamaları, önündeki veya arkandaki koltuklardan gelen rahatsız edici ses, yanından gelen rahatsız edici koku, sırt ve boyun ağrıları vesaire. Ben de bütün bunları yıllar içerisinde gördüm, yaşadım ve alıştım. Öyle olduğunu sanıyordum ya da. Artık kaşarlandım, afedersiniz koridora sıçsalar koku almam, arkada türkü çığırsalar duymam modlarında takılıyordum, düne kadar. Ama hala rahatsız olabiliyormuşum lan!

En son yanımdaki insandan rahatsız olduğum yolculuğu, staj için Kütahya'ya gittiğim seferde yaşamıştım. Yanıma yaklaşık 140 cm boyunda ayağında garip metaller falan olan yarı engelli, bastonlu bir amca oturmuştu. Daha doğrusu yanıma değil, üstüme oturmuştu. Ayağını koridordan dışarıya çıkarmak suretiyle sığabiliyordu ancak koltuğa, çünkü engelinden dolayı bacağı ancak bir yere kadar kıvrılabiliyordu. Koridora uzanmış kısa ama çok etkili bacak muavine de engel oluyordu. Moladan önce cam kenarında olan ben, moladan sonra kendimi koridor tarafında bulmuştum. Daha sonra cam kenarında geçirdiğim o saatleri mumla arayacağımı bilsem belki de bunu ilk farkettiğim anda düzeltmeye çalışır, "neyse uyumuş zaten" diyip geçmezdim... Ama nereden bileceksin... Yolculuğun geri kalanını iki büklüm ve sağ kolumun üzerinde bir baston, sağ bacağımın üzerinde ise bir bacakla geçirdim. Geç saatte çok sarımsaklı yemek yiyip dişlerini fırçalamadan, ağzını bile çalkalamadan yatmış bir insanın sabah kalktığında yüzünüze "hohladığını" bir düşünün. İşte yanımdan efil efil gelen böyle bir koku da işin cabasıydı. Kıssadan hisse, rahatsız olmam hayli doğal olan bir yolculuktu bu, hüzün dolu...

Şimdi bunu hatırlayınca "bunu bile yaşadım, dün ne oldu da yine bu kadar rahatsız hissettim kendimi?" diye sormadım değil kendime, sordum elbet. Düşünüyorum, yanımda bu kadar üst düzey bir "körs" olmadığını hatırlıyorum. Ama yüksek ihtimalle gözümün üstüne yediğim dirsek darbesi böyle düşünmeme neden oluyor. Evet lan, bildiğin dirsek yedim! Yanımdaki amca o kadar rahattı ki, yayıla yayıla oturmasına, çapraz pozisyonda uyuyarak ayaklarını benim önüme uzatmasına "ya sabıırrr" çekerek bir yere kadar tahammül edebilmeme rağmen yılmadı. Otobüsün eski model (O-403, eski oldu bunlar şimdi, önceden krallardı...) olmasından kaynaklı tam uyuyamama halimde beni gafil avlayarak (kendisi için aynı şey geçerli olmadı, olamadı... yolculuk başından sonuna kadar) gözüme dirseği geçiriverdi. Daha doğrusu ben onun dirseğine göz attım sanırım. Ama arkadaş, sen de, yağlı yağlı pirzolaları götürdükten sonra kestirme yapıyor olduğun bir piknikteymişsincesine, şöyle hafiiiff bir meltem esiyormuş da yemyeşil bir çayırın ortasında yatıyormuşsuncasına elleri başının arkasına atarak uyursan göt kadar yerde...ne kadar olur? Artık çukura mı girdi araba ne oldu bilmiyorum ama uyanmamla gözüme yumruk yemişe dönmem bir oldu, neye uğradığımı şaşırdım! Esnasında bir özür, en azından uyku sersemi masum bir bakış bekleyerek adama döndüm şaşkınlıkla, ama gördüğüm şey sadece sanki ben ondan değil de o benden rahatsız olmuş gibi kıçını bana çıkarta çıkarta dönerek tekrar uykuya dalması oldu!... Sözcüklerin kifayetsiz kaldığı anlar vardır ya...

"Biraz medeniyet!" dedim ya, başka bir sebebi daha var. Bu bahsi geçen yolculuğun biletini ayırtmak amaçlı firmanın (reklam yapmaya gerek yok şimdi, herhangi biri işte..) AŞTİ (Ankara Şehirlerarası Terminal İşletmesi) masasını aradım. Karşıma çıkan herif tam olarak AŞTİ'nin o insanı seyahat etmekten tiksindiren varoş havasına kendini kaptırmış bir çalışandı. Baştan savma bir şekilde işlemimi yaptıktan sonra "teşekkürler, iyi çalışmalar" diyemeden -ki gerçekten öyle bir dilekte bulunasım vardı her şeye rağmen- yüzüme telefonu kapattı. Telefon kapandıktan sonra sinirden ellerim titrerken, tekrar arayıp adamla kavga edip etmemeyi düşünürken telefonu sıktığımı farkettim (ki bunun telefonun yüzüme kapanmasıyla ilgili bir kompleksim olmasıyla alakası kesinlikle yoktur!... yani belki yoktur... tamam lan var biraz işte!). Ama yine de olgun bir davranış sergilemek adına -biraz da muhattap olmamak adına aslında- aramayıp internetten bir şikayet maili atmaya karar verdim. Şirketin sitesindeki iletişim bölümünde bir form doldurularak da şikayetler iletilebiliyordu. Yazdım, yazdım, yazdım ama gönderme tuşuna bastığımda e-posta adresimi girmem gerektiğini söyleyen bir uyarıyla karşılaştım. Karşılaştım karşılaşmasına da, adresi gireceğim text kutusu aktif değildi! "Hey allahım..." çekerek aynı sayfadan iletişim adresini alıp manuel olarak mail göndereyim dedim. Durumu düşününce ne kadar mantıklı geliyor değil mi? Bana da öyle geldi. Yalnız bu denemem de maili gönderdikten hemen sonra "Undelivered Mail Returned to Sender" başlıklı bir mail almamla neticelendi. Sebebi ise "Sorry, the user's maildir has overdrawn his diskspace quota, please try again later.", yani posta kutuları dolmuş... Zaten Türkiye'de -büyük şirketler dışında- bir alan adı alınıyorsa, alan adı uzantılı mail adreslerinin başına bunun gelmesi artık neredeyse doğal gelmeye başladı bana. Küfür bile edemedim, "thıı" şeklinde hayal kırıklığına uğramış olduğu çok belli, kinayeli bir gülme(!) efekti çıktı sadece dudaklarımın arasından (insana heyecan veren o duyarlı vatandaş olma içgüdüsünün acıklı bir şekilde yalan olması akabinde hissedilen kötü duygu).

Yaaa... işte böyle (tamam dürüst olacağım, o "yaa"dan sonra 'sevgili okur' yazasım gelmedi değil, ama aynı hızla kendi ağzıma vurasım da geldi!!! Cidden! N'oluyo lan!? Dakika bir gol bir... Bu kadar mı moda sokuyormuş bu iş insanı? Hayret cidden...). Demek ki ne oldum dememeli, ne olacağım demeli. Bu yazının sonuna koyulacak söz bu mudur? Bilmiyorum. Ayrıca neden kendimi bir sonuç yazma zorunluluğunda hissediyorum onu da gerçekten bilmiyorum.

Görüşmek umudu ve arzusu ile...